Kültür Yaşamdır
“Aaa, ben de arkadaşlarımla bu oyunları oynuyordum…
“Aaa, ben de bu dağ yollarında yürüyordum. Bu ağaçlara
çıkıyordum. Bu hayvanları seviyordum…” diyorum.
Daha neler diyorum neler… Oysa fotoğrafların hiç biri o
özlemle andığımız çocukluk günlerimize ait değil. Bu kadarla da kalmıyor. O
fotoğrafların çoğu çocukluğumu yaşadığım mekânlarda da çekilmiş değil. Haa, şu
var; Facebook arkadaşlarımdan köylüm olanlar köyümden sık sık fotoğraflar,
videolar yayınlıyorlar…
Diyeceğim şu: İnternet ortamında gördüğüm fotoğraflar
belleğimde kayıtlı fotoğrafların görülmesine neden oluyor.
Belleğimdeki fotoğraflardan söz etmem sadece bir anı, bir
nostalji olması için değil tabii. İsterdim ki genç kuşaklar da o bizim
yaşadığımız günlerden bir şekilde haberdar olsunlar.
İnsan istediğini yapmayınca veya yapamayınca bir buruk
oluyor, üzülüyor da diyebiliriz. Benim bu konulardaki burukluklarım bir hayli
fazla.
Ben, 1943’te Trabzon’un bir orman içi köyünde Zeno Akköse’de
doğdum.
O zaman köyümüz Çaykara ilçesine bağlıydı. Çaykara ilçe
olmadan önce Zeno adıyla Of’a bağlıydı. Sonra köyümüz Zeno Ulucami ve Zeno
Akköse diye adlandırılan iki köye ayrıldı ve yukarıda değindiğimiz gibi Çaykara’ya
bağlandı. Zamanla Zeno kelimeleri kaldırıldı. Dernekpazarı ilçe olunca Köyümüz
Akköse Dernekpazarına, Ulucamı ise Çaykara’ya bağlandı. Trabzon büyük şehir
belediyesi olunca köyümüz bir mahalle oldu… Demek Akköse’nin bir isim
değişmeleri var.
İsim değişmeleri o kadar da önemli değil. Asıl olan kültür
değişmeleridir.
Akköse’de 1950’lerden bugüne yaşanan büyük kültür
değişmelerini yazmak isterdim.
Bir kere tarım değişti. Artık mısır üretilmiyor, fındık
üretilmiyor, çok az da olsa üretilen kenevir üretilmiyor. Çay tarımı yapılıyor.
Bu değişiklik tarım araçlarında, şurda burdaki değişiklik değil bütün çalışma
düzenini kapsayan büyük değişiklik demektir. Zincirleme olarak daha büyük
değişiklikler oldu:
Akköse’de karlar eriyince bahçe ve tarla işleri başlardı. Mesirelerde
karlar eriyince mallarla beraber Komlar dediğimiz mesirelere çıkardık.
Yaylalarda karlar eriyince bu kez de yine hayvanlarımızla beraber yaylalara göçerdik. Bu göç kervanları da
bir başkaydı. Beşikteki bebeler, dedeler, nineler, çoluk çocuk bir şeyler
yüklenerek yola dökülürdük komşularla beraber. Genellikle aynı gün veya birkaç
gün arayla bütün komşular yaylaları şenlendirirdi. Sonra kar geliyorum
işaretleri verince geriye doğru yolculuklar başlardı…
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere bir taraftan
yerleşik kültürü yaşarken, bir taraftan da göçebe kültürü yaşardık. Doğayla
yaşam mücadelesini sadece bireysel olarak vermezdik. İmeceye ırgatlık derdik.
Bellemelerde, kazmaklarda, çayır kesmeler hatta diğer işlerde ırgatlık ederdik.
Camilerde, cenazelerde, düğün ve derneklerde de beraberdik.
Değirmenlerimiz devamlı çalışır. İnsanlarımız da öyle. İnsanlarımızda
da dur durak yoktu. Çayırlar, ekin biçmekler, Ot, yaprak ve odun taşımalar
bitince bu kez de dokuma tezgâhları kurulurdu. Rize bezine benzer forotikolar
dokunurdu.
Daha neler neler…
Bütün bunlara ben de tüm yaştaşlarımız da şahit olmuşuzdur.
Çünkü bizler de çalışmaktan geri kalmazdık. Hep büyüklerimizin peşindeydik,
yanındaydık. Ormana giderken de, dağa giderken de, nahiyemiz Dernekpazarına (Kondu’ya)
giderken de, ilçemiz Çaykara’ya (Kadahor’a) giderkende büyüklerimizin peşinde
ve yanındaydık. Bu arada şu söylemek gerekir: Genç erkeklerin çoğu gurbet
köşelerindeydiler.
Ben, 1956-1957’de yatılı olarak kazandığım Erzurum Yavuz
Selim İlköğretmen Okuluna (Pulur İlköğretmen Okuluna gittim.) İşte, o zamandan
beri, zaman zaman gitmekle beraber köyümüzden ayrıldık.
Babamlar, bazı akrabalarımızla beraber Bursa’ya
yerleştiler.(1958’de) Bu arada şunu da belirteyim köylülerimiz pek çoğu başta İstanbul
ve Bursa olmak üzere Kocaeli, Eskişehir ve diğer illere göç ettiler. Ama köyden
bağlarını da koparmadılar.
Bense manevi olarak bağımı koparmadım. İlkokul 5. Sınıfta köyümüzdeki
marazlanma vakalarını yazmayı düşünmüştüm. Ayrıca cin ve peri hikâyelerini de
derlemeyi düşünüyordum. İlköğretmen okuluna gidince gördüm ki Maçka’lı
arkadaşlar benim bildiğim cin, peri ve halk hikâyelerinden çok daha fazlasını
biliyor. Daha sonra bir meşhur yazarın bu konuda bir kitabı çıktığını da
öğrenince bu proje kursağımda kaldı.
İlköğretmen Okulundayken özellikle Ege Bölgemizdeki eski
medeniyetlerle ilgili kalıntılarla, turistik alanlarla ilgili bilgilenince “Acaba?”dedim
Çünkü dağ yollarında sandık biçiminde faklı alfabeyle yazılı taşlar görmüştüm.
Bunlardan Ancumah’ta olduğunu duymuştum. Yaz tatilinde sözde inceleme
yapacaktım; ama yapamadım. Bir de Ruslar 1917’lerde bölgemizi işgal etmişlerdi.
Yaylamızda inekleri sağar ve sütlerini borularla komlarımızda (mesire
alanlarımızda bulunan) ordugâhlarına akıtırlarmış. Bu boruların kalıntılarına
rastlayabilir miyim diye yayladan mesireye doğru orman aşağı bir inceleme
yapayım dedim. Ama ormanın ta içlerine giremedim. Hem yol yok, hem de, doğrusu
korkuyordum. Görebildiğim kısa alanda boru kalıntısı yoktu ama hafif
düzeltilmiş yerler vardı gibi… Yani düşüncemizi yine gerçekleştiremedik.
Köye gitmesem de köylülerimizle Bursa’da ve Kocaeli’de gayet
iyi görüşüyorum. Hepsinin maşallahları var. Ben ve benim gibi birkaç memuru
saymazsak köylülerimizin tamamı zengin diyebiliriz. Bu zenginlikleri sadece göç
ettikleri yerlerde değil. Köyümüzde apartmanlar da diktiler. Komlarda ve
yaylalarda villalar da yaptılar. Yol, elektrik ve suyun gitmediği yer yok.
Tabii, bu da kültür değişmelerini hızlandırıyor.
Zengin köylülerimizin beni memnun eden bir tarafı da, en az
benim kadar eski kültürü de yaşamak istemeleridir. Yalnız istemekle olmuyor.
Özellikle genç kuşaklar farkında olmaksızın değişiyor.
Doğduğum yörelerdeki değişimin sağlıklı olması için Kültür
Değişmeleri konusunda bir çalışma yapmak, hiç olmazsa gençlerin önünü
açabilecek bir şey yapmak istiyordum. Yine, ama demek zorunda kalıyorum.
Bir ara Almanya’ya göç eden bir genç öğretmenin köylerimiz
hakkında bir araştırma yaptığını Facebook vasıtasıyla öğrendim. Bu gencin
gayreti takdire değer; ama yanlış yapıyor gibi. Örneğin Zeno kelimesinin anlamını
Rumca sözlüklerde arıyor. Oysa Zeno, bilindiği gibi bir filozoftur. Başkaları
da benzer yanlışlara düşüyor. İncelemelerinde çevreye bakmıyorlar bile. Çevreye
bakılırsa diğer birkaç yer isminin filozof isimlerinden geldiği kolayca
anlaşılır.
Yakınmaya hakkım yok belki. Öyle ya, yaşlı biri olarak
bunları ben yazmalıydım, yazabilmeliydim.
Nasıl yazabilirdim. 35 yıllık öğretmenlik döneminde
zamanımız yoktu. Daha sonra ise yöreye gitmek, inceleme yapmak için paramız
yoktu. Şimdi ise dermanımız yok. Söz nereye geliyor:
“Bir işi zamanında yapmazsan eğer,
“Azalır taşımış olduğu değer.”
Goethe
Biz ne yaptık? Fotoğraflarla kendimizi oyaladık.
“Olmadı.” deyip fotoğrafları kaldırayım mı, kaldırmayayım
mı? diye düşündüm durdum. En sonunda kaldırmamaya karar verdim.
Bu fotoğrafların en azından şu yararı olduğunu düşünüyorum:
Yayınlarımızın hepsi düşünülürse en azından 6 000 kelimelik
bir hazine ortaya çıkıyor. Demek ki ben, daha 13 yaşımdayken bu hazineye
sahiptin. Ben daha çok okuyan, okumak isteyen biriydim. Diğer birçok arkadaşım
yaşamın taa içindeydiler. Demek onların kelime hazneleri daha fazlaydı. Şunu da
belirtmeden geçmeyeyim: 13 yaşımda anlamını bildiğim, kullandığım çok kelimeyi
bugün unutmuş durumdayım. Neyse konumuz bu değil zaten.
Konumuz neydi?
Sahi, bir konu belirtmemiştik. Fotoğrafların beni içine
aldığını belirterek yazmaya koyulmuştuk.
Yazı sonuna doğru konunun belirtildiği de hiç olmadı ama
belirtelim yine: Bugün modern çağda yaşadıklarını sandığımız sevgili
yavrularımızın kelime haznesi ne durumda? Bu hazineyle çağdaş uygarlık
düzeylerini yakalayabilecekler mi?
Şimdi bazılarınız; “Bırakın çocukları, büyüklerin kelime
hazineleri de tamtakır.” diyecek. Doğrudur.
Doğruları görüyoruz madem… Evet, sonunu getirelim…
Bu yazımızı bitiriyoruz; ama yayınlayabilecek miyiz?
Fotoğraf yayını yaptığım Yeni Umut Blogu zaman zaman
kilitleniyor. Goog’le şartlarını ihlal ettiğimizden söz ediliyor. İncele
deyince açılıyor. Demek ki ihlâl etmemişiz. Ben yabancı dil bilmiyorum. Yabancı
dil bilen oğlum Ahmet’e sordum. Fotoğraf sakıncasız olabilir, ama altındaki
yazıda belki bilmediğimiz bir şey olabilir.” Dedi ki mantığa uygun buldum. Bu
sefer, fotoğraf eklemedim, bir bağlantı yaptım. Yine kilitlendi. Açılınca
görünmeyen bazı fotoğrafları sileyim dedim yine kilitlendi. Açtırdım.
Şimdi bu yazımızı yayınlayabiliriz inşallah.
Bu son deyişlerimiz zaman alma olarak görülmesin bazen
beynimiz de kilitleniyor ya işte o zaman bir yanlışlık, bir kural hatası var
diye düşünelim ve gereğini yapalım.
“Gereğini yapmalıyız.” yargısına varmak için böyle uzun uzun
yazmak gerekmezdi; ama yazmış bulunduk.
Eminim ki, bu yazı, yeni yazılımlara vesile olmasa bile “acaba?”
dedirtecek, ufuk açacak bir işlev görecektir; daha doğrusu görmelidir.
Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 13. 11. 2018
İÇİNDEKİLER